Derinlik ve onun deklemi olan uzaklık…
Meta boyutta varlık ile yokluk, nefes ile sesin tınısı gibi…
Ruh ile beden, sevgi ile nefret gibi birbirine zıt ama birbirine muhtaç iki uç.
İki ayrı kimyasalın — oksijen ve hidrojenin — birleşiminden doğan sıvı gibi...
Artı ile eksi, çeker ile iter ve en sonunda mutlak olanın anti’si belirir.
Evren böyle işler. Çünkü her şeyin bir zıddı vardır.
Tatlı ile ekşi, aydınlık ile karanlık, varlıkla yokluk arasında titreyen o sonsuz “an”.
Ve insan… Bu uçurumun kıyısında,
kendisine ait olmayan bir yüze mahkûm edilmiş gibidir.
“Dünya” adlı bu düzlemde, kolektif bir girdabın içine sürüklenmiş, özünden uzaklaştırılmıştır.
Ama insan sadece beden değildir.
Ruh, evrensel olan ruhtur; dünyada beden almış bir gizemdir.
Ya da diğer adıyla: kozmik sır.
Evrenin gözü, kulağı ve sesi — işte tam orada, insanın özünde yer alır.
Evren kendini bir varlığa tercüme eder: İnsan ruhuna.
Evrenin gizemi vardır. Ve bu gizem zeka tarafından işlenir.
Zeka, madde değildir. Ama metaya etki eder. Bir iz bırakır...
Soyut ile somutun birbirine temas ettiği yerde,
Zeka — o görünmeyen yapı — titreşim olarak belirir.
Zeka buluş yapmaz. Çünkü her şey zaten vardır.
Zeka sadece görür, çözer, açığa çıkarır.
İnsan hiçbir şeyi “var edemez” çünkü var olan zaten vardır.
Ancak insan, mevcudiyeti anlar.
Zeka, işte o anlayışın ta kendisidir.
Evrenin kendine fısıldadığı, salt gerçekliği anlamak için insanın içine bıraktığı bir yankıdır o.
İnsan, zeka sayesinde özünü yeniden hatırlar.
Ve belki de bu hatırlayış… evrenin kendini kendiyle konuşma biçimidir.
E.G.
No comments:
Post a Comment