Geçmişin geçmiş gününde, zaman henüz kendi adını bile fısıldamamışken, bir varlık gözlerini açtı.
Gözler… bakmayı ilk kez deneyimleyen bir çift sonsuzluk. Henüz hiçbir görüntüye anlam yüklememiş, hiçbir renge isim vermemiş, hiçbir şekli kavrayamamış gözlerdi bunlar.
Adı yoktu. Ona bir ad verecek başka biri de yoktu. Ne ses vardı ne yankı. Sadece sessizliğin dahi içinde yankılandığı o boşluk...
Sağına baktı: hiçlik. Soluna döndü: yokluk. Bu sessizlik ne korkunçtu ne de huzur verici. Vardı sadece.
Elini kaldırdı ve parmaklarına baktı. Onlar, bilinmeyen bir dilin suskun harfleri gibiydi. Anlamı yoktu henüz, ama hissi derindi.
Çıplaktı. Ne utanıyordu ne de merak duyuyordu. Çünkü henüz örtü diye bir şey yoktu — ne kumaş ne kelime.
Ayağa kalktı. Yeryüzü onunla dengeyi buldu sanki. İlk adımı attı. O an yürümeyi keşfetti. Ve bir daha da durmadı.
Çünkü insan, olduğu yerde tükenir. Hiçbir yere gitmeyerek, zamanın boşluğunda görünmeyen bir çürümeye dönüşür.
O yürüdü… çünkü yürümek, düşüncenin ilk şiiriydi. Ayakların toprağa anlattığı ilk hikâyeydi belki de.
Ve sonra...
İnsan özünde hiçbir yere gitmez. Çünkü hayat, bir çıkışla başlar — ve sonra yeniden içe çöker.
Her şey başladığı yere döner: Öz'e.
Son.
No comments:
Post a Comment